NATO'nun Gelişim Süreci ve İsveç: Bir Barış Örgütü mü, Savaş Örgütü mü?
- Deniz Metin
- 17 Tem 2023
- 5 dakikada okunur

İkinci Dünya Savaşı'nın sisleri yavaşça aralandığı, soğuk rüzgarların serpiştirdiği bu tarihsel dönemeçte, dünya iki kutba bölünmüştü. Serbest piyasa ekonomisini benimseyen Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri ile, sosyalist ekonomiyi savunan Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin oluşturduğu doğu bloğu ülkeleri.
Savaşın ardından Sovyetler Birliği'nin etki alanının genişlemesi, ABD'yi kaygılandırmaktaydı. Bu endişe ve gerilim, 4 Nisan 1949'da Washington DC'de 12 kurucu üye ile birlikte Kuzey Atlantik Antlaşması'nı imzalamalarına ve NATO'nun temellerinin atılmasına yol açtı. Belki o dönemde kimse, NATO'nun ilerleyen yıllarda dünyanın en büyük silahlı gücüne dönüşeceğini tahmin edememişti.
Bu haftanın gündem maddesi, İsveç'in NATO üyeliği ve bu duruma bakış açımız. Ancak, bu durumu tam anlamıyla kavramak için biraz daha geriye gitmeli, savaşın hemen sonrasına dönerek olayların gelişimini incelemeliyiz.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi, dünya üzerinde derin etkiler yaratmıştı. Savaşın ardından, ikinci dünya savaşının patlak vermesine engel olamayan Milletler Cemiyeti'nin yerine Birleşmiş Milletler örgütü kuruldu. BM'nin oluşumunda, savaşı kazanan 5 devlet, Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri olarak atandı. Ancak bu durum, iki kutuplu dünya düzeninde ABD'ye pek uymamıştı. Sovyetler Birliği'nin veto yetkisi, ABD'nin ideolojik düşmanı olan bu devletin BM üzerinde güçlü bir etkisi olduğunu göstermekteydi.
Savaşın ekonomik yıkımı, özellikle Avrupa'da işsizliği, hayat pahalılığını ve fakirliği tetiklemişti. Bu koşulların doğan sonucu olarak, işçi sınıfının daha da ezilmesine ve sosyalist düşüncelerin işçi sınıfı arasında yayılmasına neden olmuştu. İşte tam bu noktada, ABD'nin komünizm tehdidine karşı Marshall Planı'nı hayata geçirdiğini ve ekonomik yardımlarla Türkiye dahil bazı ülkeleri desteklediğini görüyoruz. Ancak bunun yeterli olmadığını anlayan ABD, askeri bir güç birliği oluşturma kararı aldı ve 12 kurucu üyeyle birlikte NATO'yu kurdu.
Savaşın ekonomik yıkımı özelikle Avrupa'da işsizliği, hayat pahalılığını ve fakirliği tetiklemişti. Bu koşullar, doğal olarak işçi sınıfının daha fazla ezilmesine ve sosyalist düşüncelerin işçi sınıfı içerisinde yayılmasına zemin hazırlıyordu. İşte tam bu noktada, ABD'nin kominizm tehdidi karşısında Marsall Planı'nı hayata geçirdiğini ve ekonomik yardımı ile bazı ülkeleri desteklediğini görüyoruz. Ancak bunun yeterli olmadığını göre ABD, askeri bir güç birliği oluşturma kararı aldı ve 12 kurucu ülkeyle birlikte NATO'yu kurdu.
NATO, kuruluş tarihinden itibaren yeni katılan ülkelerle birlikte sürekli genişlemeye devam etti. Bu büyüme sürecinde NATO, askeri olarak birliğin 5. maddesi gereğince fiziki saldırılara karşı korunma sağlamakla kalmayıp, bazı iddialara göre Gladio benzeri antikomünist gizli yapılanmalar ile de üye ülkelerdeki komünizm tehdidini bertaraf etmeye çalıştı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla NATO'nun görevi sona ermiş gibi görünse de, örgüt kendini feshetmek yerine genişlemeye devam etti.
Fakat burada önemli bir soru beliriyor: NATO, gerçekten bir barış örgütü müdür, yoksa ABD'nin emperyalist çıkarlarını gerçekleştirmek için kullandığı bir savaş örgütü mü? Bu sorunun yanıtı, muhatap olduğunuz kişiye ve onun politik görüşlerine, tarih algısına dayanacaktır. Kimi kişiler NATO'yu, kuzey yarımkürede barış ve istikrarın sağlanması için bir araç olarak görürken, kimi kişiler ise NATO'nun, özellikle ABD'nin, askeri hedeflerine ulaşmak için bir araç olduğuna inanabilir.
NATO'nun özünde, barışı koruma ve savunma amacı bulunmaktadır; bu nedenle bir "barış örgütü" olarak tanımlanabilir. NATO, üye ülkelerin toprak bütünlüğünü ve politik bağımsızlığını korumayı hedefler. Örgüt, Soğuk Savaş sırasında Batı'nın savunmasını sağlamak ve özellikle Sovyetler Birliği'nin genişlemesini engellemek amacıyla kuruldu. Bu bağlamda, barışın korunması ve savunma amacına hizmet ettiği için NATO, bir "barış örgütü" olarak değerlendirilebilir.
Ancak, NATO'nun bazı eylemleri eleştiriye tabi olmuştur ve bazıları NATO'yu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nin askeri çıkarlarına hizmet eden bir "savaş örgütü" olarak görür.
Belki de en iyi yanıtı tarihçi Howard Zinn vermiştir: "Tarih, bir toplumun kim olduğunu anlamamızı sağlar." Dolayısıyla, NATO'nun gerçek yüzünü anlamak için, tarihin sayfalarına daha fazla göz atmalıyız."
Takvimler 1999'u işaret ediyordu ve Kosova'da etnik Arnavut olan Yugoslavya vatandaşları, bağımsızlık talepleriyle ayaklanmışlardı. Kısa sürede bu ayaklanma kanlı çatışmalara dönüştü. BM Güvenlik Konseyi'nde müdahale yönünde bir karar Rusya ve Çin'in vetosuyla çıkmayınca, NATO görevi üstlendi ve bombardıman başladı. Çin'in Belgrad Büyükelçiliği, bu bombardımandan 'kaza' eseri nasibini aldı. Bombardıman sonrasında Yugoslavya, talepleri kabul etmek zorunda kaldı ve defakto bir Kosova Cumhuriyeti'nin kurulmasının önü açılmış oldu.
Fakat aklımızı meşgul eden bir soru vardı; NATO neden birdenbire bu tür bir operasyona atıldı? Örgütün ana misyonu üye ülkelerin toprak bütünlüğünü korumakken, bu ani eylem neye hizmet ediyordu? İşte o anda, rol değişikliği başladı ve bu durum yavaş yavaş gölgelerden çıkmaya başladı.
Önce Afganistan'da Taliban'a karşı bir müdahale, sonra Libya'da Kaddafi rejimine karşı bir saldırı düzenlendi. NATO'nun askeri mızrağı, her nerede bir problem olsa, hemen orada beliriyordu. Ve tabii ki, bu askeri gücün arkasındaki güç, ABD'ydi. Kimse nedenlerle ilgilenmiyor, herkes NATO'nun gücünün sonuç getirdiğini söylüyordu. Ancak hikayenin her zaman iki yüzü vardır ve bu sorunlar üzerinde daha derinlemesine düşünmeye değerdi.
Tarih bize Batılı güçlerin milliyetçiliği kullanarak Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamasını gösterdi. Bu dönemde Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar ve Arnavular, milliyetçiliğin etkisi ile ayaklanıp, dış güçlerin de desteği ile tek tek bağımsızlıklarını kazandılar. Kosova'daki Sırp ve Arnavut milliyetçiliği çatışmalarını, bu olayların 100 yıl sonraki devamı olarak görebiliriz. Afganistan'a bakarsak, Suudi Arabistanlı Usame Bin Ladin, ABD tarafından Sovyetlerle savaşmak üzere desteklenmedi mi? Kaddafi, petrol anlaşmalarını Rusya ile değil de ABD ile yapmış olsa acaba bugün halen ülkesinin başında olmaz mıydı?
Genellikle NATO karşıtı olan insanlar, ABD'nin silah sanayisinin çatışma yaratarak silah satışlarına devam ettiğini ve bu sayede zenginliklerine zenginlik kattığını iddia ederler. Bu durum kısmen doğru olsa da, büyük resimde; ABD'nin, dışındaki ülkelerin gözünde bir düşman yaratıp, sonrasında bu korku nedeniyle savunma harcamalarının arttırılması ve daha fazla silah alınması, ama daha önemlisi destek için NATO'nun (yani ABD'nin) askeri varlığının konuşlanıp güvenliğinin garantiye alınması şeklinde görülüyor. Peki, normal şartlarda NATO olmasaydı, ABD'nin Akdeniz'de veya dünyanın herhangi bir yerinde yasal olarak konuşlanması mümkün olabilir miydi?
Silahlanma harcamalarına baktığımızda, durumun somut rakamlara yansıdığını görmekteyiz. ABD, yaklaşık 860 milyar dolar ile en yakın takipçisinin 13 katı kadar savunma harcaması yaparak adeta NATO'nun koruyucusu olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu yaptıkları masraflar onlar için bir yatırımdır, zira bu sayede dünyanın her yerinde istedikleri gibi askeri güç bulundurup, istedikleri yere müdahale edebilmektedirler. Ünlü stratejik analist Joseph Nye bu durumu "Soft Power" yani "Yumuşak Güç" teorisiyle açıklıyor: Bir ülkenin diğer ülkeleri ekonomik veya askeri gücünü kullanmadan ikna edebilmesi ve kendi çıkarlarına hizmet eder hale getirebilmesi.
Benim kişisel görüşüm, NATO'nun hiçbir zaman bir barış örgütü olmadığı ve her zaman Amerika'nın çıkarlarına hizmet eden bir yapılanma olduğudur. Verilen görevi istendiği ölçüde yerine getirirseniz pastadan pay alabileceğiniz ve NATO dışındaki bir güç tarafından tehdit edilmeniz durumunda korunacağınız bir örgüt. Ancak, daha büyük hedefleriniz varsa ve farklı roller almak isterseniz, işler değişir. Bu görüşü destekleyen kişiler arasında Amerikan dış politikası üzerine çalışmalarıyla bilinen Noam Chomsky de bulunuyor. Chomsky, NATO'nun çoğunlukla ABD'nin çıkarlarını koruduğunu ve genellikle uluslararası hukuku ihlal ettiğini belirtmiştir.
NATO üyesi ülkelerin kendi silahlarını kendileri yapma veya istedikleri ülkeden alma hakkına sahip olduklarını biliyoruz.. Ancak, gelinen noktada durumun böyle olmadığını görüyoruz. En son örnek olarak, S-400 füzelerini satın almamız nedeniyle üretiminde yer aldığımız ve parasını ödediğimiz halde F-35 projesinden çıkarıldığımızı gösterebiliriz. Zaten ülkelerin dostları olmaz, çıkarlarının ortak olduğu ülkeler olur ve bu çıkarlar sürekli değişebilir. Önemli olan ülke çıkarlarının korunmasıdır.
Ukrayna örneğini gördükten sonra, NATO gibi bir güce dahil olmanın önemini tekrar anladık; siyasi hedeflerle böyle bir gruptan ayrılmak akıllıca değildir. İsveç'in üyeliğini desteklemeyi şarta bağlamak, dozunda olduğu sürece mantıklıdır. Geçmişe baktığımızda 1980 yılında Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünü de keşke aramızdaki sorunları çözmek için bir fırsat olarak kullanabilseydik diye düşünüyorum.
Son söz olarak, umarım bir gün dünya da NATO ve benzeri gibi savaş örgütlerine ihtiyaç olmadan barış içinde yaşayabileceğimiz güzel günler görürüz. Bu haftalık benden bu kadar umarım yazdıklarım faydalı olmuştur. Haftaya YİNE PAZARTESİ SABAHI yeni bir konuda görüşene kadar hoşça kalın.
Comentários